Bazen şehrin kalabalığı insanın ruhunu sağır eder. Gürültü, telaş, gri binalar ve bitmek bilmeyen koşuşturma… İnsan kendini metal duvarlara çarpıp yankılanan bir ses gibi hisseder. İşte tam da o anlarda, hiç beklemediğimiz bir köşeden bir ses yükselir: bir sokak müzisyeninin melodisi, bir bakarsın karşındaki duvarın üzerinde renkli bir fırça izi, ya da bir sergi afişi… Ve anlarız ki, şehir dediğimiz bu devasa labirentin tam kalbinde bizi hayata bağlayan gizli bir damar var; sanat.
Evet aslında burada bütün tartışmalara ve kıyaslamalara bir yorum katmak , belki bir virgül hatta daha iddialı olmak lazımsa bir nokta koymak istiyorum.
Bahse konu şehir Ankara...
İstanbul'la durmaksızın mukayese edilen Ankara.
Bir kuşla bir balığı kıyaslamak gibi bu fakat yine de vazgeçmeyenlere bir kaç şey söylemeli.
Hep gri, hep beton, hep sıkıcı deyip duranlar bu şehir hakkında 3-4 günde karar verenlerdir.
Oysa sanatın, köklenmenin, bağ kurmanın, eğlenmenin, konforun, elitliğin, dostluğun, erişilebilirliğin kalesidir Ankara. Hangisi lazımsa var olan şehir....
Bir şehrin ruhunu da sanat oluşturmaz mı zaten? Bir konser, bir tiyatro, bir kitap, bir film, bir söyleşi.... Hızlı hızlı koştuğumuz hayatlarımızın ortasında bir durak değil mi? İşte Ankara tam olarak ruhunu böyle sevdiriyor .
Kalabalığın ruhsuzluğuna karşı fısıldanan bir şiir sanki. Belki de o yüzden bu, şehrin en romantik tarafıdır. Baktığımız aynı tablo, dinlediğimiz aynı şarkı, aynı nokta, aynı gök, aynı his. Ve işte o an, şehirdeki bütün mesafe yok olur.
Bir gün Opera binasının önünden geçerken yükselen bir melodide, CerModern’in sessiz salonlarında karşımıza çıkan bir tabloda ya da Kızılay’ın kalabalığında aniden kulağımıza dokunan bir sokak müzisyeninin ezgisinde… İşte tam da o anlarda anlarız ki; sanat, bu şehrin en beklenmedik köşelerinde bile insanın içine dokunur; yorgun ruhu onarır, bize kendi rengimizi hatırlatır.
Üstelik Ankara’da sanatla buluşmak için yaratıcı olmanız gerekmez; izleyici olmak bile insanın iç dünyasında büyük bir kapı aralar. Bir tiyatro sahnesinde başkasının hikâyesine ortak olmak, Resim ve Heykel Müzesi’nin loş ışıkları altında bir tablonun önünde dakikalarca susmak ya da Kuğulupark’ta bir şairin dizeleriyle şehri dinlemek. Atakule'nin muhteşem manzarasında 360 derece dönen bir restoranda yemek yemek. Vişnelik'te konsere gitmek , Tunalı'da ve 7. Cadde'de cıvıltıların İçinde yürümek. Lavare'da harika bir akşam geçirmek...
Bunların her biri, griye boyanmış bir günün ortasında insana nefes aldırır. Çünkü sanat, Ankara’nın en sert rüzgârında bile içimizi ısıtan gizli bir nefes gibidir. Ve belki de bu yüzden, Ankara’da sanatla karşılaşmak yalnızca estetik bir deneyim değil, varoluşumuzun derinliklerine uzanan bir iyileşme yolculuğudur.
Belki de hepimizin ihtiyacı olan şey, biraz yavaşlamak dinlemek ve şehrin gizli nefesini duymaktır. Eğer duyabilir ve görebilirsek, o gri binaların arasında rengârenk bir dünya var. Ve o dünya bize fısıldıyor:
“Hayat, sanatla yoğrulmuş bu şehirde yeniden başlar.”
Rüya Çakır
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Rüya Çakır
Betonun İçinde; Sanat ve Ankara
Betonun İçinde; Sanat ve Ankara
Bazen şehrin kalabalığı insanın ruhunu sağır eder. Gürültü, telaş, gri binalar ve bitmek bilmeyen koşuşturma… İnsan kendini metal duvarlara çarpıp yankılanan bir ses gibi hisseder. İşte tam da o anlarda, hiç beklemediğimiz bir köşeden bir ses yükselir: bir sokak müzisyeninin melodisi, bir bakarsın karşındaki duvarın üzerinde renkli bir fırça izi, ya da bir sergi afişi… Ve anlarız ki, şehir dediğimiz bu devasa labirentin tam kalbinde bizi hayata bağlayan gizli bir damar var; sanat.
Evet aslında burada bütün tartışmalara ve kıyaslamalara bir yorum katmak , belki bir virgül hatta daha iddialı olmak lazımsa bir nokta koymak istiyorum.
Bahse konu şehir Ankara...
İstanbul'la durmaksızın mukayese edilen Ankara.
Bir kuşla bir balığı kıyaslamak gibi bu fakat yine de vazgeçmeyenlere bir kaç şey söylemeli.
Hep gri, hep beton, hep sıkıcı deyip duranlar bu şehir hakkında 3-4 günde karar verenlerdir.
Oysa sanatın, köklenmenin, bağ kurmanın, eğlenmenin, konforun, elitliğin, dostluğun, erişilebilirliğin kalesidir Ankara. Hangisi lazımsa var olan şehir....
Bir şehrin ruhunu da sanat oluşturmaz mı zaten? Bir konser, bir tiyatro, bir kitap, bir film, bir söyleşi.... Hızlı hızlı koştuğumuz hayatlarımızın ortasında bir durak değil mi? İşte Ankara tam olarak ruhunu böyle sevdiriyor .
Kalabalığın ruhsuzluğuna karşı fısıldanan bir şiir sanki. Belki de o yüzden bu, şehrin en romantik tarafıdır. Baktığımız aynı tablo, dinlediğimiz aynı şarkı, aynı nokta, aynı gök, aynı his. Ve işte o an, şehirdeki bütün mesafe yok olur.
Bir gün Opera binasının önünden geçerken yükselen bir melodide, CerModern’in sessiz salonlarında karşımıza çıkan bir tabloda ya da Kızılay’ın kalabalığında aniden kulağımıza dokunan bir sokak müzisyeninin ezgisinde… İşte tam da o anlarda anlarız ki; sanat, bu şehrin en beklenmedik köşelerinde bile insanın içine dokunur; yorgun ruhu onarır, bize kendi rengimizi hatırlatır.
Üstelik Ankara’da sanatla buluşmak için yaratıcı olmanız gerekmez; izleyici olmak bile insanın iç dünyasında büyük bir kapı aralar. Bir tiyatro sahnesinde başkasının hikâyesine ortak olmak, Resim ve Heykel Müzesi’nin loş ışıkları altında bir tablonun önünde dakikalarca susmak ya da Kuğulupark’ta bir şairin dizeleriyle şehri dinlemek. Atakule'nin muhteşem manzarasında 360 derece dönen bir restoranda yemek yemek. Vişnelik'te konsere gitmek , Tunalı'da ve 7. Cadde'de cıvıltıların İçinde yürümek. Lavare'da harika bir akşam geçirmek...
Bunların her biri, griye boyanmış bir günün ortasında insana nefes aldırır. Çünkü sanat, Ankara’nın en sert rüzgârında bile içimizi ısıtan gizli bir nefes gibidir. Ve belki de bu yüzden, Ankara’da sanatla karşılaşmak yalnızca estetik bir deneyim değil, varoluşumuzun derinliklerine uzanan bir iyileşme yolculuğudur.
Belki de hepimizin ihtiyacı olan şey, biraz yavaşlamak dinlemek ve şehrin gizli nefesini duymaktır. Eğer duyabilir ve görebilirsek, o gri binaların arasında rengârenk bir dünya var. Ve o dünya bize fısıldıyor:
“Hayat, sanatla yoğrulmuş bu şehirde yeniden başlar.”
Rüya Çakır